Bazı sorular vardır, cevap aramaktan çok farkındalık kazandırmak için sorulur.
Ve şu soru, belki de inançla vicdan arasındaki en gerilimli eşiktir:
“Bir insan ibadet etmiyorsa, yaptığı iyilik boşa mı gider?”
Bu soru sadece bir dini kuralı değil, bir Tanrı tasavvurunu sorgular.
Çünkü burada tartışılan şey, bir davranışın kabulü değil; Tanrı’nın bağışlayıcılığının sınırıdır.
Ve daha önemlisi: Bizim o sınırı hangi hakla çizmeye çalıştığımızdır.
Tıpkı “Rahmeti Algoritmaya Dönüştürebilir miyiz?” sorusu gibi.
Dini topluluklarda sıkça duyduğumuz yargılar vardır:
“Namaz kılmıyorsan yaptığın hayır boştur.”
“Oruç tutmadan sadaka vermek neye yarar?”
“Allah, önce emre itaati ister; sonra fazileti.”
Bu cümleler, görünüşte dini bir disiplin içerir. Ama derinlemesine bakıldığında, Tanrı’yı algoritmik bir yapıya indirgeyen zihinsel reflekslerin ürünüdür.
Sanki iyilik bir QR kodudur, ritüel onaylı değilse geçersiz sayılır.
Bu, inançtan çok denetim arzusu kokar.
İbadetler sadece bedensel eylemler değildir. İbadetler, insanın kendi nefsine verdiği söz, zamanla imzalanmış bir bağlılık anlaşmasıdır.
Ritmik oluşu, insanı hizaya sokmak içindir; varlığına istikamet verir.
Ama ibadet, iyiliğin “geçerlilik sertifikası” değildir.
Tıpkı iyiliğin de ibadetin “muadili” olmadığı gibi.
Çünkü bir kişi ibadet etmiyorsa, bu onun iyiliğinin değersiz olduğu anlamına gelmez.
Ama bir kişi ibadet ediyorsa, bu da her yaptığı eylemin değerli olduğu anlamına gelmez.
Eylemin kıymetini niyet belirler, şekli değil.
Çünkü iyilik, bazen inançtan önce gelir. Bir çocuğun başını okşayan el, o an ibadette olmayabilir. Ama içindeki rahmet duygusu, bazen bir secdeden daha sahicidir.
Tanrı, niyeti bilendir. Ve niyet, ritüelden önce gelir.
Bu yüzden, iyiliği yalnızca ibadetle “geçerli” saymak; rahmeti kutucuklara, checklistlere, defterlere indirgemek demektir.
Bu, Tanrı’yı bir muhasebe memuruna çevirmek değil midir?
Şuna dikkatinizi çekmek istiyorum. Evet kurallar vardır; ama yeri geldiğinde rahmet onların üstündedir.
Kur’an’da tekrar edilen bir hakikat var:
“Allah dilediğine hidayet eder, dilediğini bağışlar.”
Bu, sistemsizliği değil; merhametin ilahi hakimiyetini anlatır.
Sistem vardır; ama sistemin üstünde rahmet vardır.
Ritüel önemlidir; ama ritüelin üstünde kalp vardır.
Hz. Peygamber’in anlattığı şu iki örnek, bu dengenin çarpıcı sembolleridir:
1. Namaz kılan ama bir kediyi aç bırakıp ölüme terk eden kadının cehennemlik olduğunu bildirir.
2. “Günahkâr” denilen bir kadının, susuz bir köpeğe ayakkabısıyla su verip cenneti kazandığını anlatır.
Bu kıssalar, sadece bireysel ibret değildir.
Aynı zamanda kategorik yargılarımızı yerle bir eden ilahi bir vizyondur.
Eğer namaz kişiyi kibirli yapıyorsa,
Eğer oruç başkasını küçümsemeye dönüşüyorsa,
Eğer zekat gösterişe alet oluyorsa;
O zaman ibadet şeklen vardır ama manen boştur.
Çünkü ibadet, insanı sadece Allah’a değil, insana da yaklaştırmalıdır.
O halde tekrar soralım:
“İbadet etmeyen birinin yaptığı iyilik kabul olmaz mı?”
Bu sorunun cevabını biz veremeyiz. Çünkü bu, bizim yetki alanımızda değil.
Ama şunu diyebiliriz:
İyilik küçümsenmemeli, ibadet ise kutsallaştırılmamalı.
Her biri insanın başka bir yönünü dönüştürür.
Ve Tanrı’nın rahmeti, bizim dar kalıplarımıza sığmaz.
Bir insan sadece ibadetle kurtulmaz.
Bir diğeri sadece iyilikle de garanti altında değildir.
Ama bu ikisi birleştiğinde, orada hem insanlık hem kulluk kemale erer.
Kimi secdede Allah’a yaklaşır,
Kimi bir çocuğun gülümsemesinde Tanrı’yı hisseder.
Belki de doğru yol, hayırla başlayıp ibadetle derinleşenlerin izinden gitmektir.
Belki de, camileri secdeyle, sokakları merhametle kutsarsak; işte o zaman dine hakkını vermiş oluruz.