Yetersizlik…
Her insanın iç dünyasında yankılanan, adı çoğu zaman telaffuz edilmeyen ama bütün davranışların altına ince bir gölge gibi sızan o duygu. Ne tam bir eksikliktir, ne de basit bir kusur. Daha çok, hayatın tam ortasında insanı çepeçevre kuşatan bir aynadır. Bu aynaya bakan herkes, kendi kırıklarını, kendi yarımlarını ve kendi gerçeğini görür.
İnsanın en derininde gizlenen bu hissi konuşmak kolay değildir. Çünkü bu çağ bize sürekli olarak “yeterli” olmayı dayatıyor. Her yerde aynı mesaj: Daha fazla üret, daha fazla göster, daha fazla kazan, daha fazla sahip ol. Bir insanın “yeterli” sayılması, çoğu zaman elindekiyle değil, başkalarının gözündeki ölçütlerle belirleniyor. İşte tam da bu yüzden yetersizlik duygusu çağımızın en yaygın, en sessiz salgınına dönüşmüş durumda.
Yetersizliğin tohumları çoğunlukla çocuklukta ekilir. Bir çocuğun eline verilen ilk karneden itibaren başlar kıyaslar. “Bak, arkadaşın senden daha yüksek not almış.” “Komşunun çocuğu daha çalışkan.” “Sen de biraz onun gibi olsan.” İşte bu masum gibi görünen cümleler, aslında insanın ruhuna sessizce bir damga vurur: Sen olduğun gibi yetmezsin.
Çocuk büyür, genç olur, yetişkin olur; ama o telkin zihninde yankılanmaya devam eder. Kimi zaman iş hayatında bir performans raporunda, kimi zaman aile içinde söylenen bir cümlede, kimi zaman da kalabalıkların içinde başkalarının daha “ışıklı” göründüğü bir anda… Her defasında aynı fısıltı geri döner: “Yetersizsin.”
Bu duygunun en yıkıcı tarafı, gerçeklikle çoğu zaman ilgisinin olmamasıdır. Birçok insan aslında gayet donanımlıdır, başarılmış nice işin sahibidir. Ama içteki teraziyi başkalarının ölçütleri belirlediği için hiçbir şey tatmin etmez. Bir başarı elde edilir, bir hedefe ulaşılır, bir alkış duyulur; fakat çok geçmeden yeni bir eksiklik duygusu belirir. Çünkü yetersizlik hissi, doymaz.
Yetersizliğin en güçlü besini kıyastır. İnsan kendi hayatını sürekli başkalarının hayatıyla ölçtüğünde, bitmeyen bir çukura düşer. Sosyal medya bu çukuru daha da derinleştirdi. Başkalarının en parıltılı anlarını görürüz, kendi en sıradan halimizle kıyaslarız. Onların başarılarını, gülüşlerini, seyahatlerini, ilişkilerini izleriz. Ve içten içe sorarız: “Ben neden böyle değilim?”
Oysa kıyasın doğası gereği kazanmak mümkün değildir. Çünkü her zaman daha fazlası, daha iyisi, daha parlak olanı vardır. İnsan kendini sürekli karşılaştırdıkça, kendi benliğini kaybeder. Asıl mesele, başkasının gölgesine bakarak yürümektir. Gölgeye bakarak yürüyen, yolunu kaybeder.
Kıyasın ürettiği yetersizlik, sadece bireysel değil, toplumsal da bir mesele. Çünkü toplum, bireylere sürekli “yetersizsin” mesajı verirken aslında kendi çarklarını döndürür. Daha çok tüketim, daha çok rekabet, daha çok hırs… Hep aynı döngü. Yetersizlik duygusu, çağımızın en kârlı sermayesi haline gelmiştir.
İnsan, yetersizlik duygusunu gizlemeye çalışır. Bunu kimi zaman abartılı bir özgüvenle, kimi zaman aşırı hırsla, kimi zaman da sahte gülümsemelerle örter. Ama ne kadar saklarsa saklasın, yetersizlik duygusu en beklenmedik anda ortaya çıkar.
Bir iş toplantısında, herkesin övdüğü bir başarıdan sonra bile insan kendi kendine fısıldar: “Aslında yeterince iyi değilim.” Bir akşam yemeğinde, kalabalıkların içinde, herkesin kahkahası yükselirken içte bir boşluk belirir: “Ben neden tam anlamıyla mutlu değilim?” Hatta bazen sessiz bir gece yalnız başına otururken, hiçbir şeyin dolduramadığı bir eksiklik insanı sarar.
İşte bu anlar, insanın en sahici yanıyla yüzleştiği anlardır. Çünkü yetersizlik, aslında gücün çatladığı yerde ortaya çıkar. İnsan kırılganlığını gördüğünde, gerçek yüzünü de görür. Ve o kırık yüzeyler, çoğu zaman insana en derin hakikati öğretir: Kusursuzluk bir yanılsamadır.
Yetersizlik duygusu, çoğu zaman bir zayıflık gibi algılansa da aslında insana dair önemli bir hakikati işaret eder. İnsan sınırsız değildir. Her şeyi yapamaz, her şeye yetişemez, her şeye sahip olamaz. Bu sınırlılık, insanı insan yapan özdür.
Bu yüzden yetersizlik, aynı zamanda bir uyarıdır. İnsana haddini hatırlatır. Bizi olduğumuz yere, kendi gerçekliğimize çağırır. Bazen hızımızı keser, bazen hırsımızı törpüler, bazen de sahici olanla sahte olanı ayırt etmemizi sağlar.
Bir bakıma yetersizlik, modern çağın unuttuğu tevazunun görünmez kaynağıdır. Çünkü insan, kendi yetersizliğini kabul ettiğinde daha insani, daha mütevazı, daha gerçek olur.
Yetersizlik hissi çoğu zaman bir boşluk gibi yaşanır. İnsan dışarıdan neyle doldurursa doldursun, o boşluk tam kapanmaz. Çünkü mesele dışarıdaki eksiklik değil, içerideki ölçüsüz beklentidir. İnsan kendi iç aynasında bir kırıklık yaşadığında, dışarıdaki hiçbir başarı o kırığı onaramaz.
Bu yüzden bazen en büyük alkışların ortasında bile derin bir yalnızlık hissedilir. Bazen en yüksek makamlara ulaşan insanlar bile kendi içlerinde küçük bir çocuk gibi çaresiz hisseder. Çünkü mesele, dışarıya ne kadar büyük göründüğün değil, içeride kendini nasıl gördüğündür.
İnsanın kendi yetersizliğiyle barışması, aslında özgürlüğün en derin biçimidir. Çünkü bu kabulleniş, insana şunu öğretir: “Her şeyi yapmak zorunda değilsin. Elinden gelenle yaşamak, senin için yeterli olabilir.”
Kabullenmek, pes etmek değildir. Aksine, kendi sınırlarını bilmek, kendi gerçekliğini fark etmek demektir. İnsan ancak kendi sınırlarını tanıdığında sahici bir güç kazanır. Çünkü gücün özü, sınırsızlıkta değil, sınırlılığı kabul edebilmekte gizlidir.
Bütün bunları düşündüğümüzde şu gerçeğe varırız: Yetersizlik, aslında insanın en insani tarafıdır. Kusursuz olma çabası, insanı yapaylaştırır. Oysa yetersizliğini gören, kendi kırılganlığıyla yüzleşen, daha sahici bir yaşam sürer.
Bir anne, çocuğunu büyütürken bazen tükenmiş hisseder ama yine de devam eder. Bir öğretmen, bütün öğrencilerine yetişemediğini fark eder ama yine de gayret eder. Bir sanatçı, eserini kusurlu bulur ama yine de paylaşır. İşte bu anların hepsi, insanlığın en sahici anlarıdır. Çünkü yetersizliğin içinden çıkan çaba, en değerli olanıdır.
Yetersizlik, aslında bir yolculuktur. Hayatın her evresinde farklı bir yüzüyle karşımıza çıkar. Çocukken ders notlarımızla, gençken hayallerimizle, yetişkinken kariyerimizle, yaşlandığımızda ise pişmanlıklarımızla bizi sınar.
Her yaşta, her dönemde insan aynı soruyla yüzleşir: “Yetiyor muyum?”
Bu soru belki hiçbir zaman tam cevabını bulmaz. Ama belki de mesele, cevabı bulmak değil, sorunun kendisini duymaktır. Çünkü insan, bu soruyu duyduğu sürece kendini aramaya devam eder.
Yetersizlik, insanın kaderi değil; ama insanlığın değişmez parçasıdır. Onu yok etmeye çalışmak, boşuna bir savaştır. Çünkü insan sınırlı bir varlıktır ve sınırlılığıyla güzeldir.
Yetersizliği kabullenip onunla yaşamayı öğrenmek. Çünkü insan, kendi yetersizliğini kabul ettiğinde daha sahici, daha insani, daha gerçek olur. Yetersizlik, aslında hayatın içimize fısıldadığı en büyük hakikattir: “Sen eksiksin, ama bu eksiklikle de insansın.”



