“Biz neden bu kadar korkuyoruz ve kim bizi bu kadar korkutuyor?”
Psikiyatri Uzmanı Prof. Dr. Oğuz Tan
Korkuyoruz, çünkü bize öğretilen her şey korkuya çalışıyor. Korku, insanın gölgesidir. Çağırmazsın, yine de peşinden gelir. Çocukken “düşersin” diye öğütlenirsin, büyüyünce “başaramazsın” diye. Sonra bir bakarsın, kendi hayatında kendi fikirlerinle değil, sana öğretilmiş temkinle ilerliyorsun. Bir gün “Korkacak Ne Var?” gibi bir kitap geçer eline ve aslında herkesin beklediği o çıplak soru karşına çıkar:
“Ne zaman kendin için yaşamayı bıraktın?”
Bu sorunun ağırlığı şuradan geliyor:
Çoğumuz korkuyu fark etmiyoruz. Korkuyu “kişiliğim”, “yapım böyle”, “tercihim bu” zannediyoruz.
Halbuki kişiliğimiz değil; bize miras kalan bir iç sansür.
Toplumsal ruh hâlimiz de aynı yerden kırık. Sokakta insanların nasıl konuştuğuna değil, nasıl sustuğuna bak. Çoğu insan kendi gerçeğine temas etmekten çekiniyor. Çünkü bizde cesaret ayıp, itiraz terbiyesizlik, kendin olmak saygısızlık gibi kodlanmış. Bir nesil, “kimliğin” yerine “uyum”u koyarak büyümüş.
İşte Oğuz Tan’ın kitaptaki kritik müdahalesi burada başlıyor:
Korkuyu psikiyatrinin dar çerçevesinden çıkarıp hayatın omurgasına yerleştiriyor. Çünkü mesele bir duygu bozukluğu değil; yıllarca üzerimize çökmüş beklentilerin ağırlığı. İnsan bunu “yorgunluk”, “karamsarlık”, “huzursuzluk” diye adlandırıyor.
Oysa çoğu zaman ortada sadece şu var:
Korku, zihnimizin yürüttüğü en eski yönetim biçimi.
Bizi hasta eden çoğu şey, hayatın kendisi değil; hayatın yanlış anlatılmış hali. Çocukluktan itibaren korku bir disiplin aracına dönüştüğünde, yetişkinliğe geçtiğimizde risk almak “tehlike”, değişmek “yanlış”, kendin olmak “kabul edilemez” gibi algılanıyor. O yüzden insanlar potansiyelinin sınırında değil; gölgesinde yaşıyor.
Ve bu, kader değil.
Bu, alıştırıldığımız iç rejimin bir sonucu.
Bu rejimi kırmak, cesaretli bir hamle değil; bilinçli bir yüzleşme gerektiriyor. Çünkü insan korkusunu bıraktığında sadece bir duygudan değil, ona biçilen “uslu kimlik”ten de vazgeçmiş oluyor.
İşte o yüzden bu kolay bir süreç değil.
Ama imkânsız da değil.
Kitabın yaptığı en değerli şey, korkuyu ne abartmak ne küçümsemek.
Sadece adıyla çağırmak.
Bir duyguyu adıyla çağırmak çoğu zaman özgürleşmenin başlangıcıdır.
Çünkü insan fark ettiğini yönetir; fark etmediğini yaşar.
Ama net olalım:
Bir kitap tek başına kimseyi dönüştürmez.
Dönüşüm, bilgiden çok eylem kararlılığı ister.
Hayatının direksiyonuna geçme cesareti ister.
Ve en önemlisi: Kendine yalan söylemeyi bırakmak ister.
Bu yüzden kendimize sormamız gereken soru hâlâ aynı:
“Bu korkular gerçekten bana mı ait, yoksa bana öğretilmiş mi?”
Bu soruya dürüstçe cevap veren herkes, geçmiş hayatının zincirini orada kırar.
Toplumsal ölçekte ise tablo daha da çıplak.
Biz sadece birey olarak değil, millet olarak korkutulmuş bir kuşağız.
“Susarsan güvende olursun.”
“Görünmezsen huzurlu yaşarsın.”
“Fazla soru sorma.”
Bu cümleler bir tavsiye değil; kültürel bir programlama.
Bugün birçok insanın adım atmamasının nedeni tembellik değil; içe çöreklenmiş kronik korku.
Bizde birçok insanın yaşadığı şey aslında tükenmişlik değil, depresyon değil:
Sürekli tetikte yaşamanın ürettiği iç gerginlik.
Korkuyla terbiye edilen toplum, değişime değil; durağanlığa tutunur.
Cesareti değil; güvenliği kutsar.
Bu yüzden iyi insanlar çoğu zaman kabına sığamaz.
Potansiyeli olan herkes, kendi zincirleriyle kavga ederek büyür.
Sonra bir gün şu cümle önüne gelir:
“Korku, zihnin seni güvende tuttuğunu sandığı en eski yalandır.”
Bu cümle, insanın içindeki duvarı çatlatır.
Çünkü gerçek apaçık ortadadır:
Biz korktuğumuz için güvende değiliz; korktuğumuz için hareketsiz kalıyoruz.
Korku bizi kötülükten korumuyor; özgürlüğümüzden uzak tutuyor.
Ve özgürlüğün düşmanı tehlike değil; erteleme huyumuz.
Bugün birçok insan içten içe geç kalmışlık hissi taşıyor.
Hayatta yanlış bir yere saptığını düşünüyor.
Oysa yanlış olan sokak değil; o sokağa korkuyla girme kararıdır.
İnsan, korkuyla alınmış her kararda kendinden biraz eksilir.
Ve yıllar sonra sorar: “Neden böyle oldum?”
Cevap kısa:
“Çünkü kendi hayatının mimarı değil, seyircisi oldun.”
Korkuyu yenmek zorunda değiliz.
Onu yerinden etmek zorundayız.
Hayatımızın merkezinden kenarına çekmek zorundayız.
Çünkü hayat biriciktir.
Ve hiçbir duygu —hele ki öğretilmiş bir korku— onun yönünü belirleyecek kadar kutsal değildir.
Eğer bugün biri bana “Korkacak ne var?” diye sorarsa…
Tek cümleyle cevap veririm:
“Asıl tehlike, kendin olmaktan korktuğun bir hayatı sürdürmektir.”
Gerisi ise miras, alışkanlık ve yanılgıdır.
İnsan o yanılgıyı kırdığı gün, nihayet kendi hayatına kavuşur.



