Hayırseverlikten Hakseverliğe: İyilik mi, Adalet mi?
Bir köyde sel felaketi yaşandığını düşünün. İnsanlar evsiz kalmış, çocuklar aç. Yardım kampanyaları başlar, battaniyeler, yiyecekler ve ilaçlar gönderilir. Bu sahne tanıdık, değil mi? Hayırseverlik tam da bu noktada devreye girer: acıyı hafifletmek, hayatları kurtarmak için. Ancak birkaç ay sonra o köyde başka bir selin yaşandığını hayal edin. Yardım tekrar gelir, ancak köyün insanları yine evsiz, yine açtır. İşte burada hayırseverlik yetersiz kalır. Sorunu çözmek için adalete dayalı bir sistem gerekir; bu selin nedenlerini, örneğin dere yataklarındaki yapılaşmayı ya da altyapı eksikliklerini çözmek gibi. İşte bu, hayırseverlikten hakseverliğe geçiştir.
Tarih, bu geçişin önemini gösteren örneklerle dolu. Abraham Lincoln, Amerikan İç Savaşı sırasında sadece kölelerin daha iyi şartlarda yaşamasını sağlamadı. Onun hedefi, kölelik düzenini tamamen ortadan kaldırmaktı. Özgürlük Bildirgesi ile bir sistem değişikliği yaptı. Eğer yalnızca kölelere yardım etseydi, bugün eşitlik için mücadele ediyor olabilirdik.
Gandhi, Hindistan’da fakirler için yardım kampanyaları düzenlemek yerine, kast sisteminin ve sömürgeciliğin köklerine indi. Tuz Yürüyüşü’nü düşünün: Gandhi, sadece yoksullara tuz dağıtmakla yetinseydi, İngilizlerin tuz tekeli kırılmazdı. Onun mücadelesi, toplumun kendi haklarını savunabileceği bir sistem yaratmayı amaçlıyordu.
Benzer şekilde, Martin Luther King Jr.’ın verdiği sivil haklar mücadelesi, yalnızca Siyahilerin yaşam şartlarını iyileştirmek değildi. Amerikan rüyasının herkes için eşit olması gerektiğini savundu. "Bir gün, çocuklarımın derilerinin rengiyle değil, karakterleriyle yargılanacağı bir ülkede yaşayacağına inanıyorum" dediğinde, yalnızca bir hayali değil, sistematik bir değişimi ifade ediyordu.
Rosa Parks'ın adı, sadece bir kadının yerinden kalkmayı reddetmesiyle anılmıyor. 1955'te Montgomery, Alabama'da, Parks, sadece bir otobüs koltuğu için mücadele etmedi. O, yıllarca süren ırksal ayrımcılığa karşı bir isyan başlattı. Eğer Rosa Parks, o gün otobüste yerinden kalkmış olsaydı, sadece kendi hayatında değil, Amerikan toplumunun tarihinde de bir kayıp olurdu. O, bir koltukla değil, sistemin kendisiyle mücadele ediyordu. Bugün, onun cesareti sayesinde, Amerika'da ırkçılığa karşı büyük adımlar atıldı. Parks'ın mücadelesi, adaletin yalnızca bireysel hakları savunmakla değil, toplumsal yapıyı dönüştürmekle mümkün olduğunu gösterdi.
Bu liderlerin başarıları, hayırseverlik ve hakseverlik arasındaki farkı net bir şekilde ortaya koyuyor. Hayırseverlik acıyı hafifletir, hakseverlik ise o acının bir daha yaşanmamasını sağlar. Bugün de bu farkı görebileceğimiz pek çok alan var. Örneğin, bir öğrenciye burs vermek hayırseverliktir; ancak eğitime erişim eşitliğini sağlayacak bir sistem oluşturmak hakseverliktir. Bir işçiye daha fazla maaş vermek iyidir, ama işçi haklarını koruyan bir yasa çıkarmak zorunluluktur.
Düşünün: Son yıllarda sıkça yaşanan deprem felaketlerini. Binlerce insanımızı kaybettik. Hayırseverlik, çadırlar, yiyecekler ve bağışlarla öne çıktı. Ancak hakseverlik ne yaptı? Binaların sağlam yapılmasını sağlayacak bir denetim sistemi kurdu mu? Sorunun köklerine inmeden yapılan yardımlar, bir sonraki felakette aynı sonuçları doğurmaz mı?
Adalet, bir ideal değil, toplumsal bir zorunluluktur. Ve bu zorunluluğu yerine getirmek, sadece liderlerin değil, her birimizin sorumluluğudur.