olaygazetecilik @ hotmail.com

 

2008 yılında, bir televizyon programında Aysun Kayacı’nın söylediği o tek cümle Türkiye’nin gündemine bomba gibi düşmüştü:

“Dağdaki çobanla benim oyum bir mi?”

Bu söz, geniş kesimler tarafından kibirli, ayrımcı ve antidemokratik olarak değerlendirildi. Eleştiriler çığ gibi büyüdü; Kayacı bir anda toplumun aforoz edilen figürlerinden biri haline geldi. Ancak bu cümlenin ardında yatan düşünce yalnızca bir bireyin ukalalığı mıydı gerçekten? Yoksa çağlar öncesinden gelen daha derin bir felsefi sancının günümüz diline sızmış hali miydi?

Sorgulamak zorundayız. Çünkü demokrasi, kabullenmeden önce sorgulanması gereken bir kavramdır.

M.Ö. 400 civarında Atina’da bir adam vardı: Sokrates.

Ve onun da bir derdi vardı demokrasiyle.

Ama demokrasiyle değil, halkın bilgisizliğine ve yönlendirmeye açık olmasına dayanan çoğunluk tahakkümüyle.

Sokrates’e göre yönetim bir sanattı.

Ve sanat, eğitim, deneyim ve erdem isterdi.

Ona göre bir gemiyi herkes süremezdi; nasıl ki bir doktor olabilmek için bilgi gerekiyorsa, bir devleti yönetmek ya da oy kullanmak için de bilgi ve ahlak gerekirdi.

Bu görüşü bugün dile getirsek linç edilmemiz işten bile değil. Ama burada bir hakikat kırıntısı var: Katılım, otomatikman bilinç anlamına gelmiyor. Seçme hakkı, sorgulama yetisiyle tamamlandığında gerçek anlamını bulur.

Sokrates bu görüşleri yüzünden yargılandı.

Gençleri yozlaştırmakla suçlandı.

Ve baldıran zehri içerek ölüme gönderildi.

Bu trajik son, bir sistemin değil, bir zihniyetin kurbanıdır. Demokrasi o günden bugüne çok yol aldı. Ama her menzilin sonunda yeni bir soru çıkıyor karşımıza:

“Halk mı yönetiyor, yoksa halkı etkileyenler mi?”

Cevabın karmaşıklığı bize başka kavramları dayatıyor:

Demokratur.

Demokrasi ile otoriterliğin genetik bir kırması.

Seçimler var ama seçenekler belirli.

Sandık var ama sonuç çoktan belli gibi.

Sözde çoğulculuk, özde güdümlü tahakküm.

Gerçeğe biraz daha yaklaştığımızı hissederken yeni bir kavrama daha rastlıyoruz:

Poliarşi.

Siyaset bilimci Robert Dahl, gerçek bir demokrasinin hiçbir zaman var olmadığını savunur.

Ona göre biz, ideal demokrasilerin değil, “Poliarşi”lerin içinde yaşıyoruz.

Yani çok merkezli ama sınırlı katılıma dayalı sistemler.

Oy veririz ama seçenekleri belirleyen biz değiliz.

Konuşuruz ama duyulma garantimiz yoktur.

Yönetir gibi yaparız ama çoğu zaman yönetiliriz.

Burada düşünmemiz gereken kritik bir mesele var: Sistemler değil, zihinler belirleyicidir. Demokrasi bir illüzyonsa bile, o illüzyonu yöneten şey yalnızca yapılar değil, insanlar ve onların ahlaki pusulasıdır.

Platon, “Devlet” adlı eserinde 2400 yıl önce şu tespiti yapar:

“Doğru bir yönetim biçimi yoktur. Sorun her zaman insanın erdemindedir.”

Bu cümleyle birlikte artık mesele netleşiyor:

Demokrasiyi güçlü kılan ne anayasa ne kurumdur; halkın ahlakı, bilgisi ve hafızasıdır.

Ama bunu söylemekle iş bitmiyor. Ahlak, bilgi ve hafıza tek başına var olmuyor. Bunları besleyen sistematik bir eğitim, tutarlı bir medya yapısı ve toplumsal bir bilinç gerekir. Aksi takdirde demokrasi sadece prosedürel bir oyuna dönüşür.

Halk çoğu zaman “duymak istediklerini” söyleyen demagogların peşinden gider.

Eğitim sistemi bozulmuştur, bir lider çıkar ve der ki: “Altı ayda çözeceğim.”

Halbuki eğitim sistemi 16 yıllık bir yapıdır.

Ama sabır istenmez halktan.

Tavşan istenir.

Ve şapkadan tavşan çıkaran kazanır.

Bu bir halk eleştirisi değil, bir sistem alarmıdır.

Çünkü halkı küçümsemek değil, halkı donatmak zorundayız.

Sorun çobanda değil; sorun, çobana sadece "oy" muamelesi yapan düzendedir.

Bugün Türkiye’de her seçim döneminde sandıklar kuruluyor, miting meydanları dolup taşıyor, sosyal medya gürültüyle çalkalanıyor. Ama sonra bir bakıyoruz: Seçilenler değişiyor, sorunlar değişmiyor. Çünkü sistemin yazılımı aynı kalıyor. Seçim kazanmak için değil, sorun çözmek için bir bilinç altyapısı lazım. Bu bilinç, sadece seçim günlerinde değil, okulda, haberde, evde ve sokakta inşa edilir.

Churchill’in dediği gibi:

“Demokrasi kötüdür ama diğerlerinin hepsi ondan daha kötüdür.”

Bu söz, sadece ironik bir gözlem değil, aynı zamanda bir sorumluluk çağrısıdır.

Demokrasiyi savunmak için yeterli değildir; onu anlamak, geliştirmek ve onarmak gerekir.

Bugün Demokratur'un puslu tavanında ve Poliarşi’nin soğuk zemininde, demokrasiyi yeniden tanımlamak zorundayız:

Ne sandığı kutsayarak, ne halkı küçümseyerek.

Ne elitist kibirle, ne popülist sahtelikle.

Ama hakkıyla, adabıyla, ahlakla ve akılla.

Çünkü demokrasi, sadece oy değil; oyunun nasıl oynandığını anlayabilme yetisidir.

Ve o yeti, sadece sistemle değil, insanla büyür.