Takvimler 17 Ağustos 1999'u gösterdiğinde, gece 03:02'de, sadece binalar değil, bir ülkenin kalbi de sarsıldı. Yirmi altı yıl önce o gece, ben de Gebze'de, Şehit Numan Caddesi üzerindeki beşinci kattaki evimizdeydim. Akşam Gazetesi ve ATV'nin muhabiri olarak görev yapıyordum ve o an, bir muhabirin yaşayabileceği en büyük felaketin ortasına düştüğümü bilmiyordum.
Deprem, bütün eşyaları etrafa saçmış, bizi uykudan fırlatmıştı. O korku ve şaşkınlıkla, eşimle birlikte kendimizi merdivenlere attığımızda, ayaklarımızın titremesi hala dün gibi aklımda. Titreyen sadece bizim ayaklarımız değildi; bütün bir memleketin ruhu titriyordu. Sokaklar bir anda dolmuş, insanlar çığlıklar içinde yakınlarını arıyordu. O an, bir felaketin sadece fiziksel bir yıkım olmadığını, aynı zamanda psikolojik bir enkaz yarattığını bizzat yaşadım.
O anki korkuya rağmen, gazetecilik refleksim ağır bastı. O sallanan binanın içine, beşinci kata tekrar çıktım. Bıraktığımız kameramı ve fotoğraf makinemi almam gerekiyordu. Elektrikler kesikti, telefon hatları yoktu. Kendi iç sesimden başka bir rehberim yoktu. Kameralarımı kaptığım gibi yeniden sokağa indiğimde, bir muhabirin görevinin sadece haber yapmak değil, tarihe tanıklık etmek olduğunu bir kez daha anladım.
Gece yarısı, Darıca'dan gelen kötü haberler üzerine eşim, kardeşim Ufuk ve meslektaşım İrfan Yormaz'la birlikte, zorlukla bir araç bularak oraya gittik. Gördüğümüz manzara bir felaketti. Koca siteler, apartmanlar kağıt gibi katlanmış, adeta yok olmuştu. Çaresizliğin, acının ve kayıpların fotoğrafını çekiyorduk. Oradan Körfez'e, sonra da depremin merkez üssü olan Gölcük'e doğru yola çıktık. Yol boyunca araç kullanmak neredeyse imkansızdı, çünkü her yerde yıkık binalar, moloz yığınları ve kendi imkanlarıyla kurtarma çalışmalarına başlamış insanlar vardı.
Bu görüntüler karşısında gözyaşlarımızı tutamamıştık. Çünkü Gölcük, bir can pazarıydı. Yıkım o kadar büyüktü ki, bir an önce enkaz altından bir canı kurtarmak, her şeyden daha önemliydi. Bu manzaralar, bir muhabirin objektifinden yansıyan acı bir gerçeği gösteriyordu: Hayatın bir anda nasıl altüst olabileceğini. Bu felaket, bir gazeteci olarak benim için sadece bir haberden ibaret değildi; hayatımın en sarsıcı, en unutulmaz tanıklığı oldu.
Bugün, 17 Ağustos'un üzerinden 26 yıl geçti. O gece sallanan binalar ayakta duruyor, ama o hatıralar hala taptaze. 1999 depremi, bize sadece fay hatlarının değil, aynı zamanda hayatın ne kadar kırılgan olduğunun da bir hatırlatıcısı oldu. Her 17 Ağustos, o gece kaybettiğimiz canları anmamız, dayanışma ruhumuzu tazelememiz ve daha güvenli bir gelecek inşa etmek için üzerimize düşen sorumlulukları hatırlamamız gereken bir gündür. Unutmak mümkün değil, unutmamalıyız.



