Hem zaten o, sadece cismen ve bedenen diri olmayı dirilikten saymamış ki.. 

Hangi safhada ve hangi sahada asıl ölmüşlüğü ve çürümüşlüğü gördüyse; görebildiğince, fikrî, ilmî ve ilhamî gücü elverdiğince aynı alanlarda “diriliş”i yazmış, “diriliş”i konuşmuş, yeniden diriliş ümidini beslemiş. Ve belli ki ümit meş’alesini hiç sönmemecesine tutuşturan Bediüzzaman’dan ve Risale-i Nur’dan bilhassa beslenmiş. Asıl diriliği ve dirilişi İslâm’da, imanda, itikadda ve mânada bulmuş. Mânadan ve ruhtan uzak, maddenin esiri olan insanlığın ve tarihinden kopuk yaşayan İslâm Âleminin hali onun en büyük derdi olmuş. 

Kendisiyle beraber insan olan, Müslüman olan ve imanı olan herkesi yeniden dirilişe dâvet etmiş.. Bu dâvet, bu ideal ve bu imanla yaşamış, yaşamış ve bir gece uyurken, uykunun büyük kardeşi olan ölümle tanışmış. Hasretini çektiği dirilişin akıl almaz mertebelerine kanat açmış.. 

Şu naçiz kalemimizin, “miş, mış”ları da, onun bir çok yönlerine ancak vefatından sonra muttali oluşundan ileri geliyor. Sevenleri ve takipçileri mazur görsünler, ama bu çilekeş ve mütefekkir insanın bir çok hallerine ancak vefatından sonra muttali olmanın sadece şahsıma münhasır olmadığına da kaniim. 

 Onun yazdıklarından bazılarını da, ancak vefatından sonra okumuş olanlardanım. 

“Monna Roza”sını, Peygamberimize (asm) hitaben yazdığı “En Sevgili”sini ve “Kıyamet Aşısı”nı.. 

Meşhur ve şimdi merhum şairimizin de Risale-i Nurlar’a olan alâkasını ve altını çizerek okuduğunu bizzat şahitlerinden öğreniyoruz, ses kaydı alınmış bazı konuşmalarında da Bediüzzaman’ı konuştuğuna şahit oluyoruz. 

Gerçi ismen meşhur olmuştu. Fakat onun, fikirleri ve şiirleriyle herkese ve her kesime ulaşma derdinde olmadığını da, reklâmdan uzak durmasından ve mazbut duruşundan anlıyoruz. 

Sevenleri ve takipçileriyle başbaşa kendi atmosferi içinde kalmak sanki şairin kendi tercihi olmuş gibi bir izlenim var. 

Şiir ve tefekkürürünü, adeta namahremden korurcasına sevmiş ve benimsemiş. Tıpkı ilk gençlik yıllarında yazdığı “Monna Roza”sının sırrını yüreğinde sakladığı gibi. Ama bu sır, farklı rivayetlerle adeta efsaneleşince, şairimiz o efsanelere kulak asmamış, o mevzuda her zaman susmayı tercih etmiş. 

Ama Peygamberimiz (asm) ile alâkalı “En Sevgili” şiirindeki şu mısralardan, ondaki aşk-ı mecazinin aşk-ı hakikiye dönüştüğünü anlıyoruz: 

“Bütün şiirlerde söylediğim sensin..

Suna dedimse sen, Leyla dedimse sensin..

Seni saklamak için görüntülerinden faydalandım Salome’nin Belkıs’ın..

Boşunaydı saklamaya çalışmam öylesine aşikârsın, bellisin!..” 

Ondaki bu tecelli ve bu değişim, Risale-i Nur’daki bu hakikatin de bir yansıması olmuş gibi: 

“Aşk, şiddetli bir muhabbettir; fâni mahbublara müteveccih olduğu vakit ya o aşk kendi sahibini daimî bir azab ve elemde bırakır veyahut o mecazî mahbub, o şiddetli muhabbetin fiyatına değmediği için bâki bir mahbubu arattırır; aşk-ı mecazî, aşk-ı hakikîye inkılab eder.” 1 

Gençlik dönemini, Bediüzzaman’ın henüz hayatta olduğu bir dönemde yaşamış olan Sezai Karakoç gibi bir mütefekkirin ve güçlü bir kalem erbabının, Risale-i Nur’a ve Bediüzzaman’a lâkayt kalacağı düşünülemezdi. Vefatından sonra, onun bilinmeyen bir çok yönleri nazara verilirken, Risale-i Nur ve Bediüzzaman hakkındaki görüş ve düşüncelerine de geniş çapta yer verildi. 

Hakîkat şairi Mehmed Âkif’in hayatını da yazan şairimiz Karakoç, elbette ki onun Bediüzzaman’ı nasıl tanıdığından habersiz olamazdı ki, Âkif şöyle demiş: “Bediüzzaman’ın konuştuğu yerde bize ancak sükût düşer. Victor Hugolar, Shakspeareler, Descarteslar edebiyatta ve felsefede Bediüzzaman’in bir talebesi olabilirler.” 2 

Ve yine Âkif’in;

“O nuru gönder İlâhî, asırlar oldu yeter!

Bunaldı milletin afak’ı, bir sabah ister.”  

“Doğrudan doğruya Kur’ân’dan alıp ilhamı,

Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm’ı.”

şeklindeki niyaz ve arzuları Risale-i Nur’la hayat buldu. Âkif’in arzusu, ilhamını direkt Kur’ân’dan alan Risale-i Nur’la gerçekleşti. 

Merhum Sezai Karakoç’un yakinen tanıştığı merhum Osman Yüksel Serdengeçti de şöyle diyordu: 

“Niçin Sokrat bu kadar büyüktür? Bir fikir uğruna hayatı hakîr gördüğü için değil mi? Said Nur, en az bir Sokrat’tır; fakat İslâm düşmanları tarafından bir mürtecî, bir softa diye takdim olundu. Onlara göre büyük olabilmek için ecnebî olmak gerek. O, mahkemelerden mahkemelere sürüklendi. Mahkûmken bile hükmediyordu. 

O, hapishânelerden hapishânelere atıldı. Hapishâneler, zindanlar onun sâyesinde medrese-i Yûsufiye oldu. Said Nur, zindanları nur, gönülleri nur eyledi.” 3 

Dipnotlar:

1- Bkz. Mektubat, Dokuzuncu Mektup.

2- Bkz. Sözler, Konferans.

3- Tarihçe-i Hayatı, s. 545.